Şehirden Kırsala Göç Hikayesi: Farge Organik
Toprak, ekosistem ve insan sağlığını koruyan organik tarım sistemi; ekolojiye, biyolojik çeşitliliğe ve yerel koşullara uyarlanmış tarımsal üretim süreçlerini öngörüyor. Çevre odaklı bir üretim sistemi olmasının yanı sıra, son yıllarda Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada önemli bir ekonomik faaliyet haline dönüşen organik tarım, herkese ait olan ortak çevreden yararlanmak, bütün paydaşlar arasında adil ilişkiler kurmak ve herkes için iyi bir yaşam kalitesi sağlamak için geleneği, yeniliği ve bilimi birleştiriyor.
Tarım Gündem Dergisi olarak yılın ilk sayısında giriş konumuzda organik tarımı işledik. Bu konuda özel röportaj konuğumuz ise Farge Organik Kurucu Ortağı İ. Burak ALSAN oldu. ODTÜ mezunu Burak ALSAN ve İTÜ mezunu eşi Gözde ALSAN’ın kırsalda yaşam kararı alması üzerine değişen hayatlarının ve organik tarımla nasıl buluştuklarının hikayesini Burak ALSAN’dan dinledik. Keyifli okumalar dileriz…
Organik tarım fikri nasıl gelişti?
Şehirde kazancımız iyi olmasına rağmen yaptığımız işten keyif almamaya başladık ve aklımızda kırsala taşınma fikri oluştu. Şanslıyım ki eşimle aynı fikre sahiptik. Ancak ilk etapta aklımızda kesinlikle tarımla uğraşmak yoktu. Kırsalda ne yaparız arayışımızın olduğu tam bu dönemde ilk oğlumuzun, katı gıdaya geçmesi ile birlikte bizim organik pazar alışverişlerimiz başladı. Organik pazarda şimdiki ortağım Murat Gül ile tanıştık. Kendisi Ankara Gölbaşı’ndaki çiftliğinde organik tarım yapıyordu. Bize bu işi öğretmesini istedik, çünkü bizim tarım bilgimiz hiç yoktu. Bir süre sonra da bu işi birlikte yapabiliriz noktasına geldik.
Peki yetiştiricilik yapacağınız bölgeye nasıl karar verdiniz?
İlk kararımız Ankara Elmadağ’da üretim yapmaktı. Eşimin ailesi ile konuştuğumuzda kendileri İzmit’in Fethiye Köyü’ndeki yerlerini kullanabileceğimizi dile getirdiler. Açıkçası aklımıza gelmemişti. Daha sonra şartları değerlendirdiğimizde çok daha mantıklı bir karar olacağına kanaat getirdik. En önemlisi çok daha verimli ve kendi arazimizde üretim yapıyor olacaktık. Diğer yandan organik pazarlara yakın bir bölge, organik üretime uygun ve su sorunu yok. Üstelik İstanbul’a ve oradaki sevdiklerimize de yakın olacağız. Bu şekilde şehirden uzak, doğayla uyumlu bir yaşam arayışının sonunda kendimizi İzmit’in el değmemiş orman köyü Fethiye’de bulduk diyebilirim.
Organik üretim kriterlerine uygun bir yer bulmak şans olmuş olmalı?
Yerleştiğimiz köy, organik üretime çok uygun bir yerleşim alanı. Organik üretim için yerine getirmemiz gereken birtakım koşullar var ancak burası el değmemiş araziler olduğu için işler biraz kolaylaştı. Örneğin normalde üçüncü yılın sonunda organik sertifikası alabiliyorsunuz ancak bizim şartlarımızın uygunluğu sayesinde bakanlık altı ay kısaltma verdi. Bu anlamda oldukça şanslıydık diyebilirim.
İşe hangi noktadan başladınız?
Tabii olaylar hemen buraya yerleşip üretim yapmak şeklinde gelişmedi. Burası yıllardır atıl duran bir araziydi ve şu anda oturduğumuz ev yetmiş yıllık bir gecekonduydu. Eşim ve oğlum, ilk etapta buraya gelmediler. Önce evi onların da yaşayabileceği bir hale getirdik ve sonrasında buraya tamamen taşınmış olduk. Ben, ortağım ve kuzenim bu atıl evde, kışın kalmaya başladık ve bizim için oldukça sert bir başlangıç oldu. Kış olduğu için de tarımsal faaliyet anlamında bir şeylere başlayamadık ve önce inşaat işlerini bitirmek üzere hareket ettik. Aynı zamanda da buradaki ve farklı şehirlerdeki organik üreticilerin ürünlerini alarak organik pazar satışlarına başladık. Bu sayede pazar tecrübemiz gelişti ve belli bir müşteri kitlesi yakaladık.
Süreç zorlu ilerledi diyebilir miyiz?
2016 yılında buraya geldiğimizde ne traktörümüz ne ekipmanımız ne de çalışanımız vardı. İlk yıl en fazla 15-20 dönümü ekebildik ki o da hakkını vererek bir ekim değildi. Diğer yandan sabah akşam çalışıyorduk ve fiziksel olarak da bunun için hazır değildik. Öncelikli ihtiyacımız ise sera oldu. Çünkü fidelerimizi de kendimiz yetiştirmek istiyorduk. Biz iki sera almayı planlarken elindeki dokuz serayı tek seferde satmak isteyen biriyle görüştük ve pazarlıklar sonucunda bir anda dokuz sera sahibi olduk. Ancak paramızın büyük kısmını da harcamış bulunduk. Diğer yandan üretime devam ettik ancak hastalık, zararlı, yabani ot sıkıntısı ile de sürekli bir mücadele içerisindeydik. İlk yıl en büyük sıkıntımız ise yağışlar oldu, burada yazın bile sürekli yağmur yağar. Tüm bu sıkıntılar sonucunda ilk yılı, yüz otuz bin lira işletme zararıyla bitirdik.
Her işte olduğu gibi sizin için de bir kırılma noktası söz konusu oldu mu?
İkinci yıl daha bilgiliydik ancak tarım bilinmezliklerle dolu, sürekli yeni bir durumla karşılaşıyorsunuz. Bir yandan ikinci oğlumuzun doğumu, yaşanan bir takım sağlık problemleri diğer yandan ailelerimizin ve yakın çevremizin “ne işiniz var orada” baskısı derken maddi, manevi, fiziksel ve zihinsel tüm yorgunluklarımızla birlikte ikinci yılı kırk bin lira işletme zararı ile kapattık. Zorlu geçen iki yılın ardından üçüncü yıl Ziraat Bankası kredilerinden faydalanmaya başladık ve bizim için dönüm noktası oldu diyebiliriz. Bu şekilde koyunlarımızı ve ekipmanlarımızı aldık. Her fırsatı yatırım yaparak değerlendirdik. Üçüncü yılı da küçük bir işletme zararıyla tamamladık ama artık daha iyimserdik. Dördüncü yılımızda pandemi başladı ve internet satışlarının bir anda hızlanmasıyla birlikte ikinci dönüm noktası yaşandı.
Bu üretim kapasitesine ulaşmak zaman almış olmalı değil mi?
Artık kazanmaya başladığımız noktada hemen işleri delege etmeye başladık çünkü bu noktaya gelene kadar çok yorulmuştuk. Kazandığımızı işimize yatırmaya devam ettik. İnternet satışlarının artmasıyla birlikte paketli organik gıda satışına da başladık. Elimizde pazarda satamayacağımız ama çok kötü durumda olmayan ürünleri değerlendirmek adına turşu ve konserve yapımına başladık. Paketli organik gıda satışı da yine bir yatırım gerektiriyordu. Diğer yandan fizibilite anlamında sıkıntımız vardı. Ürün çeşidi çok, ama verim düşüktü. Toparlayabileceğimize olan inancımızla Ankara’daki evimizi sattık ve buradaki bir ahırı ek gelir olması adına da butik otele çevirdik. Kalan para ile çiftlikte iyileştirmeler yaptık ve çalışan sayımızı artırdık. Traktör aldığımızda ise dünyamız değişmişti. Çünkü artık yaklaşık yüz dönüm alana rahatlıkla sebze ekebiliyorduk. Şu anda tam zamanlı 10-12 çalışanımız ve birçok mevsimsel işçimiz var. Bunun yanı sıra gönüllü programımız sayesinde dünyanın birçok ülkesinden çiftliğimize çalışmak için gelen arkadaşlarımız var. 2016 yılında kurulumuna başladığımız aile çiftliğimizde her yıl üzerine ekleyerek çalışmaya ve üretmeye devam ediyoruz.
Farge Organik olarak organik tarıma yaklaşımınızı anlatabilir misiniz?
Biz bitkileri bir arada dikiyoruz. Örneğin karnabahar dikiyoruz ve yanında yabani ot çıkmaması için roka tohumu atıyoruz. Temel olarak hedefimiz hep toprağı daha iyi hale getirmek. Hiçbir zaman maksimum verim alalım gerisi önemli değil yaklaşımında değiliz. Bizim topraklarımız yapısı itibarıyla killi ve işlemesi zor topraklar. Bu yüzden ilk hedefimiz her zaman toprağımızdaki organik maddeyi artırmak oluyor. Örneğin ilk yıllarda çok fazla solucan gübresi taşıdık ama yeşil gübreleme ve sentetik girdisiz üretim sayesinde zamanla buna gerek kalmadı. Toprakta artan solucan popülasyonu yeterli hale geldi. Diğer yandan toprağımızı faydalı bakteriler ile beslemeye özen gösterdik. Tüm bunlar doğru işleme yöntemleriyle birleştiğinde zaten verim artışı kendiliğinden geliyor. Diğer yandan tarımsal üretimin her zaman hayvanların da işin içine dahil edilerek yapılması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü doğaya bakacak olursanız hayvanlar ve bitkilerin bir ahenk içerisinde yaşadığını gözlemlersiniz.
Organik yetiştiricilikte olabildiğince az müdahaleye mi inanıyorsunuz?
Şimdi şöyle düşünün, örneğin bir sınıf komple hastalanıyor. Öğrencilerden bir kısmı kolay atlatırken bir kısmının hastaneye gitmesi gerekiyor. Aynı durum bitkiler için de geçerli; kendi tohumlarınızı ürettiğiniz zaman genetik çeşitlilik çok artıyor ve bu da aynı tür bitkiler içerisinde farklı genetik özelliklere sahip örneklerin artması ile sonuçlanıyor. Bu nedenlerden ötürü organik tarım yaparken yüzde on-on beş civarında ürün kaybını kabul edilebilir buluyoruz. Bizim Farge Organik olarak buradaki yaklaşımımız, bitkilerimiz ve hayvanlarımız için en iyi şartları oluşturarak kendilerini hastalık ve zararlılara karşı koruyabilmeleri üzerine. Bizzat gözlemlediğim bitkilerimizin bazılarının hastalıklarını yendikten sonra bu hastalığa karşı bağışıklık geliştirdiğine defalarca şahit oldum. Bu yüzden müdahalelerimiz de çok basit ölçekli oluyor. Tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi iyi bir bağışıklık sistemi ve doğru yaşam koşulları hastalıklara karşı en güçlü savunmadır.
Yaşadığınız birçok olağanüstü durum olmuştur, birini bizimle paylaşabilir misiniz?
Örneğin ilk yıl inanılmaz bir bit problemi yaşadık. Bitkilerimiz bit doluydu ve biz bununla nasıl baş edeceğiz diye düşünürken olayın bir geçiş aşaması olduğunu anladık ve hiçbir şey yapmamaya karar verdik. O yıl çok fazla ürün kaybettik. Sonraki yıl baktık ki uğur böceği popülasyonu ciddi oranda arttı ve bu uğur böcekleri bitlerle besleniyordu. Giderek uğur böceği çeşitliliği de artar oldu ve daha önce görmediğimiz çeşitleri görmeye başladık. Keşke bu döngüyü kaydetmiş olsaydım diye düşünüyorum şimdi. Eğer siz sabırlı olup doğadaki döngüye müdahale etmezseniz taşlar yerine oturuyor ve hiçbir canlı aşırı çoğalamıyor. Biz de bu döngüyü desteklemek adına çiçekli bitkilerden faydalanmaya karar verdik. Mevsime göre ektiğimiz çiçekli bitkiler ile böcek çeşitliliğini de artırmış olduk. Özellikle kış sonrası erken çiçek açan bakla ve kış öncesi çiçek açan yerelması dikimine ayrı bir önem veriyoruz.
Peki üretim sürecinizde hiç danışmanlık aldınız mı?
Biz organik tarım maceramızda deneme yanılma yöntemiyle ilerledik ve hiç danışman desteği almadık. Bence Türkiye’de bu konuda bildiğini iddia eden çok insan olmasına rağmen danışmanlık verebilecek kişi sayısı oldukça az ve zaten onların birçoğu da kendi üretimleri ile meşguller. Bu işi hobi olarak yapmanıza yetecek seviyede eğitimi kolaylıkla bulabilirsiniz ancak ticari olarak yapmayı planlıyorsanız bu kapasitede bilgiye sahip insan maalesef yetersiz. Bir de organik üretimde zaten dinamikler çok değişken, teorik bilgi ile ilerlemeniz her zaman mümkün olmuyor. Üretim süreciniz ve verimliliğiniz bulunduğunuz bölgeye, hava şartlarına, toprak yapısına kadar birçok değişkene bağlı. Örneğin benim burada edindiğim tecrübeler, Antalya’da aynı yöntemlerle tarım yapabileceğim anlamına gelmez. Ben bu bölgeye özel bilgilere sahibim; buranın endemik türlerini, hastalıklarını, hava durumunu biliyorum. Bu nedenle organik tarım işinin büyük oranda yerinde edinilmiş tecrübeyle yapılması gerektiğine inanıyorum.
Organik yetiştiricilikte tek başına tecrübe yeterli diyemeyiz değil mi?
Bu noktada atadan deden kalma bilgiler çok kıymetli. Ancak yeşil devrimle beraber maalesef bunlar yitirilmiş. Şu anda birçok kişi gübre kullanmazsa verim elde edemeyeceğini düşünüyor. Diğer yandan sentetik girdilere alışan toprak da buna göre şartlanıyor. Şu örneği vermeyi seviyorum, toprak madde bağımlısı haline geliyor. Bir kere sentetik girdilere alıştı mı içerisindeki mikrobiyolojik yaşam bitiyor ve toprak bitkilere ev sahipliği yapabilmek için sürekli bu maddeleri istiyor. Bu yanlış uygulamalar nedeniyle Türkiye’nin tarım topraklarındaki ortalama organik madde oranı yüzde 1’in altına indi, oysaki olması gereken oran yüzde 5 civarında! Bu durum maalesef toprak sağlığı gözetilmeden yapılan vahşi tarım uygulamalarının bir sonucu.
Diğer yandan farkındalık ve saygı çok önemli. Önce yaptığınız işe saygınız olmalı ve emek vermeyi göze almış olmalısınız. Doğru yöntemleri sabırla ve ısrarla uygulamalısınız. Ancak bugün çiftçinin böyle bir motivasyonu kalmadı. Ben tarımın stratejik bir alan ve devletler için savunma sanayi kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun devlet politikalarıyla ve teşviklerle yönlendirilmesi gerekiyor. “Paramız var ithal ediyoruz” dediğiniz noktada çiftçiyi de yalnız bırakmış oluyorsunuz.
Sizce tarımsal üretim aşamalarında yapılan en büyük hata nedir?
Bence tarımda yapılan en büyük hata pulluk kullanımıdır. Toprağın yapısında hiçbir zaman takla atma diye bir şey yoktur. Burada amaç toprağı havalandırmak. Ancak bunu yapmaya çalışırken anaerobik ve aerobik bakterilerin yerlerini değiştiriyor ve toprağın mikrobiyolojik yapısını yok ediyorsunuz. Diğer yandan toprakta pulluk tabanı denilen bir tabakanın oluşmasına neden oluyorsunuz. Traktör tarafından ezilen toprağın 20-25 cm kadar altında beton gibi bir tabaka oluşuyor. Bu tabaka suyun ve besin maddelerinin toprağın derinlerine inmesini engelliyor ve yağışlarla toprağa gelen suyun topraktaki besin maddelerini de alarak akıp gitmesine neden oluyor. Biz bunun önüne geçebilmek için şöyle bir yöntem geliştirdik; bütün tarlayı eğimlerine göre traktör genişliğinde çizgilere bölüyor ve traktörü sadece bu çizgiler üzerinde hareket ettiriyoruz. İki teker arasında kalan ekim yaptığımız alana ise mümkünse ayakla bile basmıyoruz. Bu sayede toprağın ezilmesini ve taban oluşmasını engelliyoruz. Bu da verime yansıyor.
Organik yetiştiricilikte en zor kısımlardan biri de mevzuat diyebilir miyiz?
Organik tarım tabii ki hiç kolay değil. Bir kere tepeden inme bir organik tarım mevzuatı var. Yurt dışındaki yönetmelik aynen ülkemize getirilmiş. Ancak bu mevzuat monokültür yetiştiricilik gözetilerek oluşturulmuş. Polikültür yetiştiricilikte bazı noktaların uygulanması çok zor ya da mevzuat size cevap vermiyor. Organik üretim kısmında mevzuat çok ağır ve maliyetler çok yüksek. Biz Farge Organik olarak toplamda üç yüzden fazla organik sertifikasına sahip ürün üretiyoruz ve bunlara ek olarak hayvansal üretimimiz de var. Bahsettiğim mevzuat zorluğundan dolayı artık burada durmayı tercih ediyoruz. Yine organik ürettiğimiz ama sertifikasını almadığımız birçok ürünümüz var. Dışarıdan ürün almak kısmında da ayrı zorluklardan bahsetmek mümkün, prosedürlerde boğuluyorsunuz maalesef. İşlenmiş ürün olarak satış ise en zor aşama diyebilirim.
Uyguladığınız gönüllük programından bahseder misiniz?
Gönüllülük programında Türkiye’de en iyi işletmelerden biriyiz ve çok verimli bir programla ilerliyoruz. Dünyada çok kullanılan birkaç platform var. Biz de bu platformlara ilan veriyoruz ve başvuruları değerlendiriyoruz. Çiftliğimizde en az iki-üç hafta boyunca kalabilecek kişileri kabul ediyoruz. Bizim gibi polikültür üretim yapılan çiftliklerde, kolay-zor sonsuz iş var ancak o kolay ve basit işleri de birilerinin yapıyor olması gerekiyor. Bu yüzden gönüllülük için tarımsal bilgi kriterimiz yok. Çünkü zaten çok basit işleri onlara devrediyoruz. Gönüllüler yalnızca hafta içleri yarımşar gün çalışıyorlar. Hafta sonlarını ise zamanlarını ister özel olarak değerlendiriyorlar, isterlerse çiftlikte geçirebiliyorlar. Çiftlikte istedikleri kadar kalmakta serbestler. Yurt dışından gelen gönüllülerimiz genellikle vize süresi nedeniyle en fazla 3 ay kalabiliyorlar. Bu şekilde de çiftliğimize birden çok kez gelen yabancı gönüllülerimiz oldu. Gönüllülerin varlığı ile benim ve daha eski çalışanlarımızın da verimliliği artmış oluyor. Bugüne kadar çiftliğimizde 100’den farklı ülkeden gelen, 1500 civarında gönüllüye ev sahipliği yaptık ve bu rakam her geçen gün artıyor.
Türkiye’de gönüllü çalışan sistemi zor değil mi?
Türkiye’de gönüllü çalışma konusu henüz net kavranmış değil maalesef. Gönüllü olacak kişi olayı bedavaya çalışıyormuş gibi değerlendirip, istediğim zaman çalışırım zihniyetinde hareket edebiliyor. Çiftlik sahipleri ise gönüllülerden maaşlı çalışan performansı bekleyebiliyor. Biz bunun önüne geçmek için öncesinde her şeyin net olarak anlaşıldığı konusunda mutabık oluyoruz. Benim gözlemlediğim kadarıyla Türkiye’deki birçok çiftlikte ise bu model iki taraflı olarak henüz anlaşılmış değil. Burada karşılıklı bir alışveriş söz konusu. Gönüllüler başka hiçbir yerde öğrenemeyecekleri bilgilerle tanışırken, çiftlik sahipleri de iş yüklerini hafifletme şansı yakalıyorlar.
Peki çocuklarınızın eğitim durumu hakkında hiç endişelenmediniz mi?
Bu soru en fazla duyduğumuz soruların başında geliyor. Çocuklarımız burada, İzmit’te okula gidiyorlar. Mesafe çok uzak değil ve onları eşim getirip götürüyor. Giderken çok güzel bir ormanın içerisinden geçiyorlar, trafik yok, stres yok; müzik dinleyerek gidip geliyorlar. Eşim ve ben iyi eğitim almış kişileriz ama eğitime bakış açımız çok değişti. Eskiden eğitime daha fazla değer verirken artık insanın aydınlanmasına, kendi kendine yeter noktaya gelebilmesine çok daha fazla önem veriyoruz. Bu düşünce yapısının da çocuklara kazandırılması gerektiğini düşünüyoruz. Artık iletişim çağındayız ve belli beceriye sahip herkes istediği birçok bilgiye oturduğu yerden ulaşabiliyor. Çocuklarımız doktor ya da mühendis olmak isterse tabii ki engellemeyiz ama üniversite okumak istemiyorum derlerse de bundan rahatsızlık duymayız. Sosyal hayatta sevecekleri ve tutunacakları bir şey illaki bulacaklardır ve bir işi severek yaptığınızda zaten arkasından başarı kendi kendine gelecektir.
Bu yaşam şekli çocuklarınızın gelişimine de oldukça katkı sağlıyordur değil mi?
Çiftliğimize gelen gönüllü profillerine baktığımızda hiç üniversiteye gitmemiş olandan doktorasını sonuna kadar tamamlamış olana kadar birçok profil görüyoruz. Onları buraya getiren ortak nokta ise kendini geliştirmek, kendi kendine yeter hale gelmek. Çocuklarımız da verdiğimiz eğitimin yanı sıra bu kişilerle bir arada zaman geçirerek gelişiyorlar. Vizyonlarının, dünya görüşlerinin gelişmesi bizim için çok önemli. Muhtemelen liseyi bitirdiklerinde ilk olarak dünyayı görmek isteyecekler. Çünkü burada tohumları ekiliyor.