
İklim değişikliği konusunda dünya pozitif bir ilerleme kaydetmediği gibi durum gittikçe kötüleşiyor. Durumun tersine çevrilmesi mümkün olsa da bunun, insanlar için birtakım alışkanlıklardan vazgeçiş anlamına geldiği ve kimsenin sahip olduklarından vazgeçmek istemediğinin altı çiziliyor. Gelişmekte olan ülkeler arasında bulunan ülkemiz için iki kritik nokta söz konusu: Suyuna sahip çıkmak ve kendi gıdasını üretmek.
TarımGündem olarak yılın ilk sayısında ‘İklim Değişikliği’ konusunu mercek altına aldık. Bu konuda özel röportaj konuğumuz ise Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Araştırma Merkezi (İklimBU) Müdürü Prof. Dr. Levent Kurnaz oldu. İki yıl önce görüşlerini aldığımız İklim ve Doğa Bilimci Prof. Dr. Levent Kurnaz ile gerçekleştirdiğimiz röportajda güncel durumu kendisinden öğrendik:
İklim değişikliği konusunda bugünkü durum nasıl?
Dünya, maalesef son konuştuğumuzdan bu yana hiçbir pozitif ilerleme kaydetmeden kötüye gidiyor. Bunu tersine çevirebilmek için 2030-50 yılları arasında bütün üretim ve yaşam alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerekiyor. Bu değişimi öncelikle Amerika, Japonya gibi gelişmiş ülkeler yapmalı ki dünya düz bir çizgide gidebilsin.
Dünya, durumun kötüye gidişini kabul ediyor diyebilir miyiz?
Bu konuda en ileri olan ülkeler Avrupa Birliği ülkeleri ve Avrupa Birliği, 2050 hedeflerini belirleyerek iklim değişikliği konusunda birtakım adımlar atacağını söylüyor. Demek ki dünyadaki büyük ve kötü değişiklikleri başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere tüm dünya kabul ediyor. Ancak Avrupa Birliği’nin bu konuda bir seçim yapma lüksü var tabii. Maalesef söz konusu Afrika, Asya ya da Çin olduğunda, bu ülkelerin birtakım şeylerden vazgeçmeleri çok kolay değil çünkü vazgeçebilecekleri çok fazla bir şey yok. Bu ülkelerin hedefi ancak gelişmiş ülkelerin seviyesine ulaşabilmek olabilir.
Peki bu kötüye gidişin durdurulması mümkün mü?
Dünya geneline baktığımızda çok kolay olduğunu söyleyemem ancak imkansız değil. Bu konun çözülebilmesi için çok ciddi yaşam değişiklikleri ve çok şeyden vazgeçiş gerekiyor. Buradaki kritik nokta ise dünyanın geneli değişmek ya da bir şeylerden vazgeçmek istememesi.
Nasıl bir değişiklik olmalı, bir örnekle açıklayabilir misiniz?
Aslında yapılması gereken değişiklikler çok ağır değil. Örneğin 1970-75 yıllarındaki bir İngiliz ailenin standartlarında yaşamayı kabul etmemiz yeterli. Nedir bu standartlar? Yerel ve mevsiminde beslenme, az yakıt tüketen araçları kullanma, tatile uçakla Maldivler’e gitmek yerine ülkenin güneyindeki sahil kıyılarını tercih etme gibi. Bugünkü teknoloji ile çok çok daha az yakıt harcayan araçlar mümkünken biz, SUW denilen dev araçları kullanmayı tercih ediyoruz. Bu tür değişikliklerden bahsediyorum. Tüm dünyada bu değişikliklerin yapılması ile durum tersine çevrilebilir. Ancak başta gelişmiş ülkeler olmak üzere kimse değişmek istemiyor.
Tüm dünya için yapılacak değişiklikler standardize edilebilir mi?
Burada problemleri iki temel noktada değerlendirmek daha doğru olur. İlki kaç kişiyiz, ikinci ise bu kişilerin ortalama istekleri neler? Kaç kişi olduğumuzun yanıtı her geçen gün artıyor ve bu kişilerin ortalama istekleri de her geçen gün artmaya devam ediyor. Gelişmiş ülkelere baktığımızda bunlar az kişi olabilirler ancak istekleri, gelişmekte olan ülkelere kıyasla korkunç düzeyde fazla.
Bu noktada gelişmekte olan bir ülke olarak biz neler yapmalıyız?
Bizim yapmamız gereken şey orta ve uzun vadede kendimizi koruyabilmek. Bunun için de çok akıllıca adımlar atmalıyız çünkü Türkiye, iklim problemlerinden en çok etkilenecek bölgelerden birinde yer alıyor.
Türkiye, Paris İklim Anlaşması’na uyan sayılı ülkeler arasında değil mi?
Türkiye olarak biz şartları otomatikman yerine getiriyoruz ama nasıl yerine getiriyoruz. Avrupa Birliği kredileri ile olan ilişkilerimizde bazı şeyleri yapmaya mecbur kalıyoruz. Şöyle açıklayayım örneğin, kömür termik santrali yapalım dediğimizde kimse para vermiyor, bu yüzden biz de kömüre vereceğimiz parayı rüzgara, güneşe harcıyoruz. Aslında sistem kendiliğinden çalışıyor ve biz de mecburen düzgün bir yola giriyoruz. Dünyada çoğu ülke Paris İklim Anlaşması’na uymuyor, biz uyan sayılı ülkeler arasındayız.
Tarım, iklim değişikliği konusunda ne kadar paya sahip?
İklim değişikliğinin nedenleri dediğimizde, 3 ana gazı temel sebepler arasında sayıyoruz; karbondioksit, metan ve nitrikoksit. Ana kaynağı ise maalesef kullandığımız taşıma araçları. Tarımın, bu durumdaki etkisi ise tüm etmenlerini toplayarak söyleyecek olursak yüzde 15 civarında. Aslında o kadar büyük bir etki değil ama küçük de değil. Evet tarımda yapabileceğimiz çok şey var ama ondan önce motorlu taşıt kullanımından vazgeçsek ve elektrik üretiminde de doğalgaz yerine yenilenebilir enerjiye geçsek etkisi tarıma göre çok daha büyük olur.
Bu yüzde 15’lik oranı hangi etmenler oluşturuyor?
Tarımın etkisi şu iki noktada ortaya çıkıyor. İlki maalesef yaşam tarzımızdan dolayı biz, tarımsal üretimin yaklaşık yarısını çöpe atıyoruz. Üretimden markete, marketten eve gelene kadar olan süreçte ve evde çöpe atılanları düşündüğümüzde yaklaşık yüzde 50 gibi bir orandan bahsediyoruz. Kötü olan kısım bu, biz bunu azaltsak ya da tamamen ortadan kaldırsak, tarımsal salınımların yarısı azalacak. Diğer taraftan ise bizim çöpe attıklarımız, çöpte bir doldurma alanına gidiyor ve metan gazı açığa çıkıyor. Bunun önüne geçsek çok daha karlı olur. İkinci nokta ise küreselleşmenin ve neoliberal ekonomilerin götürüsü olarak anlaşılmaz bir tarım üretimi yapmamız. Türkiye açısından büyük bir problem olmayabilir ama örneğin Guatemala’da üretilen muz, paketlenmek için Vietnam’a gidiyor, oradan da satılmak üzere Avrupa’ya geliyor ve satılanın da üçte biri çöpe gidiyor. Bunlar, dünya genelini değerlendirecek olursak korkunç ve ağır tüketim sorunları.
Sadece karbondioksit salınımı ile sınırlandıramayız konuyu değil mi?
Tabii ki sadece karbondioksit salınımı olarak değerlendirmemek gerek. Türkiye sahip olduğu suyun yüzde 77’sini tarımda kullanıyor. Bir de üzerine kontrolsüz kimyasal kullanımı var ve zaten tarımın ana ayak izi bu kontrolsüz kimyasal kullanımından kaynaklanıyor. Buradaki tek problem tarımın, karbondioksit salınımı ile iklim değişikliğine sebep olması değil. Çok fazla su kullanması, çok fazla kimyasal kullanması, toprağı geri dönüşsüz kaybetmesi gibi çok daha geniş bir yayılımı var. En basiti toprağı sürme şeklimiz bile hatalı çünkü toprak yıl boyunca karbon tutuyor ve biz toprağı sürerek bütün karbonu havaya saçıyoruz.
Peki ne yapacağız?
Peki ne yapacağız sorusunun cevabı çok basit. Ben bilim tarihi dersi veriyorum; milattan önce 1600 civarında Mezopotamya’da bunun önüne geçen üretim teknikleri kullanılıyormuş. Toprağa küçük bir delik açıyor, içerisine tohumu koyuyor ve kapatıyor. Bize hep toprağın havalanması iyidir diye öğretildi, halbuki toprağın öyle bir ihtiyacı yok. Hatta havalanmasa daha mutlu. Bunların tamamını aşacak tarım sistemleri kurabiliriz.
Suyumuz tükeniyor mu gerçekten?
Evet su, dünyanın pek çok bölgesinde azalıyor. Ancak dünyanın bazı bölgelerinde de su artıyor. Örneğin Ukrayna, Rusya, İsveç gibi daha önce tarım yapılamayan yerler tarıma açılıyor. Zamanla ürün desenleri değişecek ve bununla birlikte hareket etmemiz gerekiyor. Rusya’nın böyle bir kültürü ve tarım alanlarını işleyecek insan gücü yok. Baktığımızda onların da insan gücüne ihtiyacı var. Bu yüzden dünyada küresel politikaların en temelden yeniden kurgulanması gerekiyor. Diğer problem o kadar kuvvetli yaklaşıyor ki politik problemler çok küçük kalacak. Bu yüzden çözüme odaklanmak lazım. Ama sorunuza dönecek olursak Türkiye olarak, suyumuz tükeniyor.
Kendimizi korumak için hangi adımları atmalıyız?
Kendimizi korumak için atılacak ilk adım suyumuza sahip çıkmak. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri, 1970-2020 yılları arasındaki sürede tarımda kullandığı suyu üçte bir oranında azalttı ve buna rağmen elde ettiği ürün miktarını arttırmayı başardı. Diğer yandan nüfusu artmasına rağmen sanayi, tarım gibi tüm alanların toplam su kullanımında yüzde 20 düşüş sağladı. Gördüğünüz gibi birtakım şeyleri yapmak gayet mümkün. Türkiye, çok az suyu olan bir ülke ve su, bizim için her geçen gün daha da kıymetleniyor. Suyumuzun büyük kısmını tarımsal faaliyetlerde kullandığımız gerçeğini düşünecek olursak, suyu bu kadar hoyratça kullanma lüksümüz olmadığını söyleyebilirim.
Bu konuyu çiftçilerin bilinç düzeyi ile sınırlandırmak ne kadar doğru?
Çiftçi durumun gayet farkında ancak şu anda bir alternatifi yok. Dolayısıyla durumu bilinç düzeyi açısından değerlendirmek çok yanlış. Çiftçi en fazla para kazanacağı ürünü en fazla para kazanacağı şekilde yetiştirmek zorunda çünkü bu insanların pek çoğu günü kurtarmak üzere yaşıyor. Gününü kurtarmak için çalışan birilerine bilinç düzeyi yorumu yapmak ahkam kesmekten öte bir şey olmaz.
Peki ne yapılmalı, süreç nasıl yönetilmeli?
Öncelikle, çiftçinin para kazanmasını sağlamalıyız. Bakın zengin olmasını demiyorum para kazanmasını diyorum. Örnek veriyorum çiftçi hiç sulama yapmadan zeytin yetiştirebilecekken az sulamayla narenciye yetiştirerek daha fazla para kazanacaksa, tabii ki narenciye yetiştirmeyi tercih edecek. Bu noktada devlet yetkilileri devreye girerek çiftçiye; ‘’Sen narenciyeden 300 bin lira mı kazanıyorsun? Peki, sen narenciye yerine zeytin yetiştir ve yeraltı sularını kullanmayı bırak. Biz senin zeytincilikten kazandığını 300 bin liraya tamamlayacağız’’ diyerek süreci yönetebilir. Bildiğiniz gibi çiftçi gözüyle düşünüyor. Eğer bu şekilde desteklendiğini görürse söz dinler ve güvenir.
Üst düzey bir planlamaya ihtiyacımız var değil mi?
Kesinlikle, bu konu devlet tarafından planlanmalı ve bu noktada bilimsel verilerden yararlanılmalı. Doğaya verilen zarar minimuma düşürülerek, kaynaklar efektif kullanılarak üretim planlaması yapılmalı ve bu planlama doğrultusunda çiftçi desteklenmeli. Eğer çiftçi bu planlamaya uymayı reddediyorsa devlet desteklerinden muaf tutulmalı. Bu şekilde çiftçinin de kurallara uyması sağlanmalı.
Planlamanın iki kritik noktası su ve gıda diyebilir miyiz?
Şu anda Türkiye’nin bütün çevre ve iklim sorunlarının merkezinde iki konu var: Kendi suyumuza sahip çıkmak ve kendi gıdamızı üretmek. Bu iki ana konuya dair çözüm üretirsek orta ve uzun vadede kendimizi koruyabiliriz. Su konusunu, tarımsal üretimde kullanım için suya bir fiyat belirleyerek çözebiliriz. Bu şekilde çiftçi suyu bir maliyet olarak görmeli ve doğru kullanması gerektiğini bilmeli. Bu yüzden artacak gıda fiyatları ise devlet tarafından sübvanse edilmeli. Üretilecek gıda ürünleri konusunda ise tarımsal üretim planlaması yapılmalı. Barajlar, köprüler yapılıyor ve bunlardan yalnızca yüzde 10’lık biz kesim faydalanabiliyor. Bu yüzde 10’luk kesim her zaman bunlara erişebilecek zaten. Ama geriye kalan yüzde 80-90 sofrasına koyacak ekmek bulamazsa o zaman ülkede büyük sorunlar çıkacak. Devletin bunu görerek planlama yapması şart.
Peki Paris İklim Anlaşması’ndan çekilen Amerika konusunu nasıl yorumlamalıyız?
Dünyada çoğunluk, dile getirmese de iklim değişikliğinin farkında ve bu konuyu iyi bir yola sokma şansının çok azaldığını düşünüyor. Bu yüzden bundan sonra herkes, önemli olanın kendi iyiliği olduğunu düşünerek kendi başının çaresine bakacak. Herkes dünyanın genel olarak iyi olması yönünde çalışmayı bıraktı ve bundan sonra da çalışmayacak. Bu noktada Amerika’nın anlaşmadan çekilmesinin büyük resimde bir etkisi ve çok da bir anlamı yok.
Bu konuda dünyadaki asıl oyuncu kim?
Bu konuda dünyadaki asıl oyuncu Çin. Çin geçtiğimiz on yıl boyunca sera gazı emisyonlarını azaltmasının, kendi ekonomisi için bir avantaj olduğunu gördü. Çünkü Çin özellikle petrol kullanımında dışa bağımlı bir ülke. Bu yüzden elektrikli araçlara yöneldi ve rafinerilerini tek tek kapatmaya başladı. Bundan sonra da dünyada ekonomik ve teknolojik gidişatı belirleyecek olan ülke Çin olacak. Önümüzdeki ilk 3-4 yıl farklı ilerlese de önce Amerika sonra da tüm dünya, Çin’i takip etmek zorunda kalacak.
Genel olarak İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP) hakkında bilgi verir misiniz?
1912 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi anlaşması imzalandı ve bunun taraflar konferansı yapıldı. 2021’de Glasgow’da yapılan 26. konferansa kadar, ‘’İklim değişikliğinin sebebi bizim kömür ve doğalgaz kullanımımızdır ve bunu azaltmak zorundayız’’ ifadeleri kullanılmadı. Ülkeler bu ifadeleri kullanmadan aralarında top çevirdiler desek yanlış olmaz. İlk defa Glasgow’da yapılan 26. konferansta, ‘Fosil yakıtlar iyi değildir ‘denildi. Daha sonra Dubai’de gerçekleşen 28. konferansta, ‘Fosil yakıtlardan kademeli olarak uzaklaşmalıyız’ ifadesi kullanıldı. Herkesin istediği bundan çok daha sert bir duruştu ama bunun çıkması bile iyi bir durum olarak yorumlandı.
İklim değişikliği konusunda yapılan uluslararası anlaşmalar ne kadar gerçekçi?
COP, ne yapılması gerektiğini ama nasıl yapılması gerektiğini söylemeyen bir sözleşme. COP diyor ki; bu anlaşmaya taraf olan ülkeler her sene bir araya gelerek ne yaptıklarını ve ne kadar ilerlediklerini değerlendirecekler. Bu toplantıların üçüncüsü olan Khyoto Protokolü’nde ne yapılacağına az çok karar verildi ve denildi ki; 2008-2012 yılları arasında gelişmiş ülkeler salınımlarını 1990 seviyesinin altına çekecek. Hedef yüzde 5 daha az salınım. Tabii gelişmiş ülkelerin yüzde 55’i bu resmin içerisinde yer aldı. Örneğin en büyük salınım yapan Amerika Birleşik Devletleri ben yokum dedi. Aynı zamanda Hindistan, Çin, Endonezya gelişmekte olan ülkeler arasında yer aldığı için anlaşma içerisinde yoklar ama bugün en fazla salınım yapan ülkeler arasında yer alıyorlar. Dolayısıyla etkisi büyük olabilecek bir anlaşma hiç olmadı.
Peki COP 29’un Azerbaycan’da yapılması ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Aslında 29. konferansa gelinceye kadar temelde iki büyük sorun var. İlki 1992 yılında yapılan kurgunun çok yanlış olması ve alınan kararların oy çokluğu ile değil, oy birliği ile alınması. Bu, özellikle herkesin gittikçe birbiriyle kavga ettiği dünya için çok zor bir durum. İkincisi ise iyi niyetle alınan bir karar olmasına rağmen tahmin edildiği gibi sonuçlar doğurmayan, her toplantının farklı bir ülkede yapılması kararı. Bu doğrultuda COP 29’un rotası Doğu Avrupa’ydı. Ancak Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya, Avrupa Birliği’nin tamamını, Ukrayna’yı ve Gürcistan’ı veto etti. Avrupa Birliği ise Rusya ve Belarus’u veto etti. Dolayısıyla toplantının yapılabileceği iki ülke kaldı: Azerbaycan ve Ermenistan. Ermenistan, böyle bir toplantı için yeterli imkana sahip olmadığından COP 29, Azerbaycan’da gerçekleşti.
Azerbaycan Ekoloji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Babayev’in misyonu ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Azerbaycan bu toplantıyı, yalnızca turistik bir toplantı olarak yorumladı ve çok mutlu oldu. Ancak toplantıyı yapan ülke, bir yıl boyunca bu konunun dünyadaki liderliğine soyunuyor demektir. Yani iklim değişikliği konusunun lideri Azerbaycan Ekoloji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Babayev oldu. Öncelikle Babayev, bir iklim politikacısı değil ve bu konunun dilini bile bilmiyor. Ayrıca örnek veriyorum Almanya başbakanının kapısını çalıp şunları yapacağım diyebilecek biri de değil çünkü Azerbaycan’da petrol ve doğalgaz şirketlerinin başında. Bu nedenle aslından onun, iklim politikasını sırtlanması gibi bir beklenti yoktu ve beklendiği gibi de oldu.
COP 29’dan nasıl sonuçlar elde edildi?
Sonuç olarak toplantıdan neredeyse hiçbir sonuç çıkmadı. COP 28’deki uzaklaşmalıyız kelimesi bile kullanılmadı ki onun bir adım ötesine geçilmesi gerekiyordu. Gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliği yüzünden uğradığı zararların giderilmesi konusunda hiçbir adım atılmadı. İklim değişikliğini durdurmak üzere bu ülkelerin adım atabilmesi için gerekli finansman konusunda da bir gelişme sağlanmadı. Sonuçlar olarak bu toplantıdan hiçbir kazanım elde edilemediği gibi toplantılara olan güven de sarsıldı. Artık bu yapıdan iklim değişikliğini durdurmak adına bir gelişme çıkacağını hiç kimse düşünmüyor.
İklimBU ne zaman kuruldu ve hangi sektörlerle çalışıyor?
İklimBU 2013 yılında kuruldu. Aslında biz, iklim değişikliği konusunda bilgi isteyen herkese destek olmaya çalışıyoruz. Bu konuda devlet ile çok yoğun çalıştığımızı söyleyemem ama özel sektör ile özellikle son yıllarda yoğun çalışıyoruz. Talep gelen sektörlerin başında da tarım geliyor. Araştırma enstitüleri, bitki besleme firmaları gibi sektörün birçok koluyla çalışıyoruz. Ekibimiz ise gün geçtikçe büyüyor çünkü mezun olan neredeyse hiçbir öğrencimiz bizi bırakmıyor ve araştırmalarımızda görev alıyor.
İklimBU olarak çalışma alanlarınızdan bahseder misiniz?
İklimBU olarak çalıştığımız alanlar iklim modelleme, strateji danışmanlığı, bilimsel yayınlar, eğitim ve konferanslar. Nasıl çalıştığımızı ise bir örnek ile açıklayabilirim: Karbon ayak izi ölçüm süreci çok uzun ve meşakkatli bir iş, tohumdan başlayıp sofralarımıza gelene kadar hatta tüketildikten sonraki süreç dahil takip etmeniz gerekiyor. Özetle bilimsel ve akademik bir iş diyebilirim. Biz bu sürecin tamamını yürütüyoruz. Bir başka yaptığımız iş ise örneğin bir fındık yetiştiricisi, ‘ben bugün fındık yetiştiriyorum ama değişen iklim koşulları nedeniyle gelecekte yetiştiremeyeceğim gibi görünüyor. Nerede yetiştirebilirim?’ diye soruyor. Bu noktada da biz devreye giriyoruz. Daha önce Karadeniz’de ideal fındık yetiştirme bölgesi 0-700 kot arasıydı ama şu anda bu kot arasını don vurmaya başladı. O zaman muhtemelen 200-900 kot arasına yerleşecek. Ancak yerleşirken aşağıda yetiştirdiği fındık türü ile yukarda yetiştireceği aynı olmayacak. Peki hangi çeşidi nerede ekecek? İşte tüm bu çalışmaları, İklimBU olarak biz yürütüyoruz.